8 Mayıs 2020 Cuma

Milyonda bir görülen hastalıklar, CUSHING!

Son zamanlarda çok fazla kilo almış, özellikle kocaman bir yüzüm ve kocaman bir göbeğim oluşmuştu, yüzüm ve sırtım sivilce dolmuş, ayaklarım her gün şişer hala gelmişti. Boynumun arka tarafında bir çıkıntı oluşmuş, tüm kilo almalarıma rağmen el ve ayak bileklerim ince kalmıştı. Zaten duygusal olan ben ÇOK fazla duygusal hala gelmiştim. Herşeye çılgınca ağlıyordum, iklim değişikliği gibi konular dahil! Bir beyaz tenli olarak anında kızaran ,bozaran derim o kadar incelmişti ki en ufak darbe de morarıyordu ve sonradan striae denildiğini öğrendiğim lekeler vücudumu sarmıştı. Yüzümün rengi ve şekli değişmişti. Hayatımın kendimi en berbat hissettiğim dönemiydi. Bir de baş ağrılarım, allahım hayatım boyunca çok şükür başım ağrımadı, ağrımaz , ama o dönem çılgındı, kafamı koparmak istiyordum.

Ayaklarımın şişmesi ve boynum için ortopediye, kilo sorunum için diyetisyene derken cilt sorunum için son olarak annemin zoruyla dermatoloğa gittim, normalde Polonya'da yaşadığım o dönem, Türkiye'de proje gereği geçici expat olarak görev yapıyordum.

Ilk Ortopedide doktor baktı bir iki egzersiz verdi, diyetisyen klasik karbonhidratı kes tarzı bir diyet önerdi derken dermatolog biraz inceledikten sonra durumun normal olmadığını söyleyerek endokrinolojiye gitmemi söyledi. MHRS sisteminden ilk uygun tarih için rastgele bir randevu alıp Ankara, Gata, Endokrinolojiye gittim. Sevgili prof. dr. Neşe Ersöz, beni görür görmez , ki kendisi hayatımı daha sonra da beyin kanaması geçirmek üzereyken olmak üzere 2 kez kurtardı, durumu anladı ve deksametazon testi yapmaya yönlendirdi. Test sonuçlandığında kortizol seviyemin olması gerekenden çok daha yüksek olduğunu gördük ve bu Cuma günüydü , Cumartesi Polonya'ya dönüyordum , proje aslında bitmişti derken uçuşumu iptal edip o Cuma hastanede yatmaya başladım. Bu süreçlerin hepsini hızlandırarak bana sonsuz destek sağlayan Neşe hocayı hiç bir zaman unutamam. Kaç hafta hastanede yattığımı hatırlamıyorum, pek çok test yapıldı, Gata bu konuda cidden çok iyi, tükürük testi, kan testleri ve son olarak MRI ile hipofiz bezinde mikroadenomun varlığını ve hastalığımın Cushing olduğunu kesin olarak anlamış olduk.

Hastalığım kesinleştikten sonra ameliyat için beyin ve sinir cerrahisi departmanına geçtim, o dönem gerçekten berbattı, kaldığım odada yaşlı dünyanın en çekilmez kadını vardı şimdi yaptıklarını burada anlatmak istemiyorum yazının amacı Cushing hastalığına karşı farkındanlığımızı artırmak olsun, çünkü milyonda bir görülen bir hastalık :) ama annem , teyzem ve ben , akşam gizilice gelen komşular ve sevgili dostlarımla eğlenceli zamanlarda geçirdik. Neyse ameliyatımı prof.dr Ahmet Murat Kutlay yaptı, başarılı geçti, ilginç bir ameliyat burnunuzdan hipofiz bezine ulaşıp mikroadenomu çıkarabiliyorlar, daha önce böyle bir şeyin mümkün olduğunu bilmiyordum ve hatta sonra göbeğinizden biraz yağ alıp onu burnunuza ekliyorlar falan çok çılgın :))

Neyse ameliyat bitti , eve gittim, kendime bir türlü gelemedim, yemek yiyemedim, sürekli kustum derken yeniden hastaneye gittik ve Neşe hoca bu normal değil yeniden kan testi yapalım dedikten sonra sodyumun sıfırlandığını beyin kanaması geçirmek üzere olduğumu söyledi, maalesef 25 Ekimdi, doğum günümden 3 gün önce yeniden hastaneye yattım , neyse serumlarla kendime geldim, Gönül ve Kenan hastaneye geldi pastayla hatta :))

Sorunlar bitmezken kortizol seviyem bu sefer olması gerekenden çok daha düşük bir hale geldi aslında bu durum daha fenaydı, kortizol yetersizliği , hergün kortizol ilacı içiyordum ve böyle durumlarda çevrenizdeki herkes bunu bilmeli en ufak mide bulantısı ya da halsizlikte acile koşmanız gerekiyor, genelde uyarı bileklikleri ya da cüzdanınızda bilgi notu ile yaşıyorsunuz, benim de cüzdanımda bir not vardı.

Lafı çok uzatmayacağım sonra bir ameliyat daha oldum, bir süre daha hastanede kaldım ve hiç ummadığım bir anda kortizol seviyem normale döndü ilacı bıraktım kilolarımı verdim kendime geldiiiiim !

Aşağıya bir görsel ekliyorum, semptomları görmeniz açısından, önemli bir not ise bu semptomların hepsini deneyimliyor olmanız gerekmiyor, bir kısmı da olabilir, vücudunzuda olan değişiklilerin farkına varın ve en önemlisi kortizol bir stres hormonu yani hayatınızdan stresi mümkün olduğunca çıkarın, hiç ama hiç birşey sizin sağlığınızdan daha önemli değil. Mutluluk emici insanlar, strese sokan iş ortamları gibi şeyleri imkanınız olduğunca defedin . Sağlıklık beslenin, vücudunuza çöplük gibi davranmayın, bulunduğunuz ortamın hava kirliliği, vücudunuza giren kimyasallar size hiç ummadığınız etkiler yapabilir.

Bu hastalık bana pek çok şey öğretti , hayata bakış açım, olaylara , insanlara karşı tepkilerim çok değişti, bunu deneyimlediğim ve öğrenebildiğim için mutlutum. Aslında buraya eski/yeni fotoğrafımı ekleyerek bu yazıyı çok daha çarpıcı hale getirebilirim ama şuan bunu yapacak medeni cesaretim yok, bu yazıyı yazmak benim için çok zordu umarım faydası olmuştur, kendinizi sevin. Sağlıcakla.













2 Mayıs 2020 Cumartesi

Yönetici ya da Lider

Çokuluslu şirketlerin organizasyonel açıdan transformasyon geçirdiği şu dönemde , pek çok pozisyon ortadan kalkarken, geriye kalanlar ise rasyonel bir değişim içinde. Teknolojik gelişmeler ile otomasyonun süreçlere entegrasyonu dolayısıyla bazı pozisyonlar varlığını yitirsede bu durum dolaylı olarak doğası gereği var olmak durumunda kalan pozisyonlara ek sorumluluklar yüklüyor.
Şimdi somut bir örnekle netleştireyim , yaklaşık 5 senedir İK departmanında çalışıyorum , İK'da süreçlerin evrimi ve çalışma yöntemlerinde değişiklik , işin doğası gereği, pek kolay değil, tahmin ettiğiniz gibi iş kanunları , yasal zorunluluklar , yalınlaştırmayı ( lean ) yeterince sınırlandırıyor. Eski çalıştığım şirketlerin birinde İK altında sadece expat harcamalarından sorumlu bir sub-departman vardı ve orada çalışan iş arkadaşlarım expatların paylaştığı faturaları politkaya göre kontrol edip onaylayıp ödenmesini sağlıyordu, mesela diş macunu politikaya uygun geri ödeme yapılabilir-çünkü ağız kokusuyla toplantıya katılamazsınız :)) Neyse sonrasında bir yazılımla -robot- tüm faturaları sisteme yüklenen politkaya göre okumaya ve ödemesini gerçekleştirmeye başladı , insandan çok daha hızlı ve hata yapma olasılığı yok denebilir, bu durum doğal olarak bu pozisyonun ortadan kalkmasına neden oldu. Etkisi ise işe alım / terfi / işten çıkartma yapan bana oldu, robot faturaları okusa da , gelen karmaşık soruları yanıtlayamadığı için benim çalıştığım ekibin ek bir görevi daha oldu.
Holistik açıdan bu örneğin açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Peki böyle bir değişim durumunda değişim sürecinin yönetimi ve sonrasında uygulanabilirliğinde en önemli nokta nedir ? Elbette yönetici ya da liderdir. Yönetici ya da lider yazdım çünkü bu yazı da bu ikisi arasında ki farklardan bahsetmek istiyorum.

Şirketler devletler gibidir, devleterde demokratik kültürün düzeyi kanun yapıcılardan çok devlet başkanları, milletvekilleri , başbakanların belirlediği , istediği şekildedir ve yargının siyasallaşması da bu sebeple olabilecek en kötü durumdur. Şirketlerde ise yönetici/ liderlerin ekiplerine karşı tutum ve davranışları, şirket politikalarını uygulayış biçimleri şirket kültürünü belirler, burada eklemek istediğim not İK olarak politkaya uygunluğunu kontrol etme özgürlüğü de despot şirketlerde sınırlıdır. Evet despot devletler olduğu gibi despot şirketler de vardır. Şirket kültürünü belirler dedim bu konunun detayına göre burada girmeyeceğim, Aristo'nun yönetimi anlayışını okumanızı tavisye ederek konudan sapmak istemiyorum, yeterince lafı uzattım yine.

Forbes'dan alıntı yaparak yönetici , lider farkını listeleyeceğim ve kendi fikirlerimle sonuca bağlayıp ve yukarda özetlediğim güncel durumda kendimce ideali tanımlamaya çabalayacağım,

1. Liderler vizyon belirler, yöneticiler hedef belirler.

Bunu daha da açacak olursak liderler daha çok ilham vericiyken, yöneticiler daha çok hedef koyucudur, yani liderler size ne yapmanız gerektğini adım adım açıklamaz ya da  bu detaya sahip değildir sadece buna nasıl bir vizyon ile ulaşmalısınızı ana hatlarıyla çizerler, genelde çok iyi konuşurlar ve konuşmaları etkileyicidir.. Burada benim en çok eleştirdiğim nokta liderlerin operasyonel bilgiden yoksunluğu, birşeyi ana hatlarıyla bilip detayları anlamadan boş konuşmalarla ilham vermenin herhangi etkileyiciliği olduğunu düşünmüyorum. Gözlemlerime göre de bir liderin ilham vericiliği onu sağlam operasyonel bilgi ile dolduruğunda bir anlam ifade ediyor. Bu aşamada da her zaman liderlerin takım içi kıdemli kişilerden seçilmesi gerektiğini savunuyorum ama elbette liderlik yetilerine sahip olan birisi olmalı, yani sadece işi bilmek yeterli olmuyor.

2. Liderler risk alır, yöneticiler varolan durumu kontrol altında tutar.

Liderler için operasyonel hatalar büyük anlam taşımaz ve başarı yolunda atılan bir adım olarak algılanırken, yöneticiler için bu durum böyle değildir. 1. maddede ifade ettiğim şekilde zaten lider olarak detayını bilmediğiniz bir konuda yapılan hatanın doğurabileceği sonuçlardan da çok haberdar olamazsınız ve buna istemsizce büyük çerçeveden bakıp istatiksel bir değerlendirme ile konuyu kapatırsınız. Yöneticiler ise aynı zamanda işi bilen insanlar olduğu için sorunun nedenini ve sonuçlarını analiz edip bir daha tekrarlanmaması için sürece ek süreçler , kontrol mekanizmaları eklemeye çalışırlar.

3. Liderler değişime açık, yöneticiler statükocudur.

Liderler için iş süreçlerini değiştirmek , ya da raporlarından gelen böyle bir teklifi kabul edip uygulamaya geçmek , yöneticilere göre çok daha kolaydır. Liderler 2. madde de ifade ettiğim gibi risk alırlar ve değişim hata doğursa bile buna büyük anlam yüklemezler. Yöneticiler operasyonel açıdan bilgili oldukları için sürecin başka bir şekilde ilerleyebileceğini düşünmekte zorlanırlar yani genelde daha muhafazakar davranırlar. Bu ilginç bir konu bazı şirketler işe alım süreçlerinde bazı pozisyonlarda özellikle hiç deneyimi olmayan kişileri tercih eder mesela çünkü hiç bilgi sahibi olmadığınız bir konuda , ilk kez anlatıldığında daha fazla sorgulayıcı olabilirsiniz ve zaten o pozisyonda 2/3 senedir çalışan insana göre bir anda farklı bakış açısı ile devrimsel bir gelişim gösterebilirsiniz.

4.  Liderler göz önündedir, yöneticiler ise daha arka plandadır.

Liderler zaten etkileyici konuşmacı oldukları için işin şirket içinde daha çok gözönündedirler, ilham vericiliklerini bu şekilde sağlamlaştırmaya çalışırlar yöneticiler ise süreç odaklı oldukları için böyle bir gayeleri yoktur.

Forbes'ta farklı maddeler vardı ama çok anlamlı bulmadığım için eklemedim ve eklediklerimi de kendi fikirlerimle açıkladım, genel anlamda liderlik yöneticiliğin bir üstü olarak görülse de bu fikre katılmıyorum, ya da öyle kabul edildiği organizasyonel yapılarda liderlerin yöneticilik yetilerine de sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Bazen çok ilham verici olmaya çalışmanın empati kurabilme yeteneğini örselediğini düşünüyorum ve ekibinin tam olarak ne yaptığını bilmeyen liderlerin herhangi bir eskale durumunda çok etkisiz kalıp ekibe gereğinden fazla stres yüklediği kanısındayım. İyi bir liderin aynı zamanda ekibinde çalışanların kapasitleri ve hangi koşulda işi nasıl yürütebilecekleri hakkında yeterli bilgiye sahip olması , bunu anlayabilmesi ve adeleti de buna göre sağlaması gerektiğini düşünüyorum ve bunun ancak analitik düşünebilme ve despotik olmayan şirket kültüründe mümkün olduğu bilincindeyim. Despotik olmama durumunun adeletin eşitler ve daha eşitler ( bknz: Animal Farm- George Orwell ) şeklinde sınıflandırılmadığı, herkesin sadece yaptığı işe göre değerlendirip hakettiğini aldığı durumlarda mümkün olduğunu düşünüyorum.

Cümleler çok fazla uzun oldu takibi ne kadar kolay emin değilim ama elimden geldiğince kısaltmaya çalıştım, siz de aslında bütünsel açıdan bakıp herşeyin birbirine ne kadar çok benzediğini görüyor musunuz ?

Kaynakça:
Forbes
George Orwel , Animal Farm
https://insanveinsan.org/guz-2016/antik-yunan-siyasal-dusunusunde-insan-dogasi-ve-toplum-anlayisi-platon-ve-aristoteles.pdf









30 Nisan 2020 Perşembe

Yanomamo Kabilesine ithafen

Hayatı boyunca dünyayı yöneten çok uluslu dev firmalarda çalışmış ve hala çalışmakta olan biri olarak oturduğum yerden gayet kolay bir şekilde ve net ikiyüzlü olarak bu satırları yazmaya başlıyorum. İklim değişikliği konusunda da aynı ikiyüzlülüğü çok gösteriyorum, klavye delikanlısı olarak karbon ayakizinizi küçültün dünyayı yokediyorsunuz tarzı düzenli sosyal medya paylaşımlarım var ama hayatımı en konforlu bir şekilde yaşayıp umarsızca tüketmeye devam ediyorum. Neyse yine konuya girişte anlamsız uzatmalara başladım. 

Bu yazıda işçilerin kendi emekleriyle varettikleri ürüne yabancılaşmaları ya da tarihsel açıdan kapitalist sistemin evrimi gibi konulara girersem boyumu aşar ve yine çok tutarsız konuşup klavye delikanlısına dönüşürüm. 

Yukarıda ilk paragrafta hayatı boyunca demişim ama aslında hayatı boyunca beyaz yaka çalışan bir insan değilim aslında, benim de proleteryaya dahil olduğum bir dönem mevcut. Almanya'da öğrenciyken pek çok farklı işte çalıştım, reklam dağıtımı, bulaşıkçılıktan baristalığa uzanan bir kariyer yolu ve otelde kat temizlikçiliği. Bunların içinde beni fiziksel ve ruhsal anlamda en çok zorlayan otelde kat temizlikçisi olarak çalıştığım dönemdi diyebilirim. Otelde temizlikçiler en alt tabakayı oluşturan grup öncelikle bunu belirteyim bir de bu yetmiyormuş gibi en düşük maaşı kazanan ve hiç bahşiş toplayamayan bir grup. Sanki hayatın özeti gibi neyse burada drama queen olmayacağım bu dönem bana çok şey öğretti. Otelde çalışana kadar işçi sınıfı arasında dayanışmanın mümkün olduğuna , ezilen , kötü koşullarda çalışan bir grup insanın birbirini destekleyeceğine, hayatın adaletsizliğine karşı kendi aralarında adetli sağlayarak direnç göstereceklerine falan inanırdım cidden. Karl Marx 'ın yaptığı gibi tümdengelim mantığıyla çevremde yaşananları herkese genelleme hatasına düşmeyeceğim ama sürekli temizlediği odadan bahşişleri çalınan, odasında ayrılan müşterinin tüketmediği küçük şampuanları gizlice başka bir temizlikçi tarafından alınan , odalarını zamanında temizleyemediğinde sana yardım ediyor gibi yapıp asıl amacı fazla mesai ödemesi almak olan insan grubu ile bir süre çalıştım. Nerede dayanışma? Nerede varolan düzene karşı tek ses olabilecek erdeme sahip olma yetisi ? Yok arkadaşlar ben onu deneyimlemedim, işin fiziksel zorluğunun ötesinde insan doğasının kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan bencil yapısını gördüm , herkes böyle diyemem ama ben oradayken onlar gibi olmaya zorlandım , benim gibi kaç kişiyi bu şekilde kurban ettik ? 

Herve Kempf " Zenginler Dünyayı Nasıl Mahvediyor" isimli kitabından bir alıntı yapmak istiyorum 

"  Eğer güçlüler güçsüzleştirilmez ve eşitsizlikle mücadele edilmezse küresel maddi tüketimi azaltamayız. Bilinçlenme döneminde çok yararlı olan " Küresel düşün, yerel uygula" şeklinde çevrebilimsel slogana bugünkü durumu dikkate alarak şu sloganı ekleyebiliriz " az tüketin, daha iyi paylaştırın" .  "

Şimdi burada konuyu çevrembilimsel alana çekmeyeceğim, bunu çok yapıyorum ama şuan kendimi tutuyorum. Son cümleye bakın " az tüketin , daha iyi paylaştırın" . Üniversite 1. sınıfta micro/ macro iktisat dersleri aldım , orada ilk derste , alanlar bilir, bir arz talep grafiği çizilir, serbest piyasa ekonomisi de hep " kaynakların yetersizliği" ilkesi üzerinden anlatılır. Böyle DEĞİL işte kaynaklar yetersiz değil , dağıtım adeletsiz. Genel eğilim sürekli artan fakirlikle mücadele , kimse birilerinin sürekli artan zenginliğine karşı hiç ama hiç birşey yapmıyor.  Kimse bişey yapmadıkça kimsenin onlara bişey yapabilme imkanı da her geçen gün daha da azalıyor. 

Tarihsel açıdan baktığımız da Jared Diamond- benim canım - tüfek, mikrop ve çelik isimli eserinde  (okumayan kaldıysa hemen okumalı) tüfek , mikrop ve çelik kullanılarak tüm kaynakları sömürülüp, köleleştirilen toplumları , bu durumun nedenleri ve sonuçlarını detaylı bir şekilde somut örneklerle varoldukları çevresel faktörlerin etkilerini analiz ederek anlatır. Bugün bizi köleleştiren ne peki,  kendimizi korumak için tüfeğimiz yok ama güvende hissetmek için ev kiralamak / satın almak durumundayız, savaşmak durumunda olduğumuz mikroplar eskisi gibi değil ( güncel corona örneğinden bağımsız ) sağlık sigortası sistemine dahil olmak zorundayız, Çelik, anlatmaya gerek var mı? Jared Diamond kitabını bir cümleyle anlatmasını isteyen gazeteciye şunu söyler 

" Tarih  farklı halklar için farklı yönde gelişti ama bu çevresel farklardan dolayı böyle oldu , o halkların biyolojik farklarından dolayı değil "  

Bugün de böyle mi ? Gerçekten belirli bir çevrede doğmak bulunduğumuz sosyal sınıfın ana belirleyicisi mi? Nadir başarı, ilham verici hikayeler duyabiliriz, ama bence doğduğun yer kaderindir ( bu cümleyi birisi söylemiş , alıntı ama kim emin değilim. )





28 Aralık 2019 Cumartesi

Noel , filmler, vs

Noel dönemi tatili sebebiyle bir kaç gün evdeydim, geçmişte hep bir yerlere gitme planlarım olurdu, bir gün bile tatil olsa bunu değerlendirmek farklı yerler görmek isterdim , ama artık eskisi gibi çok hevesli değilim zaten Avrupa'da görmediğim yer kalmadı denebilir ve eskisi kadar çok para kazanmıyorum , Hollanda pahalılığı da cabası :D 
Neyse belki de 30 ve sonrası böyledir hayat, kendimle vakit geçirmekten daha çok zevk alıyorum sanki hala gezmeyi seviyorum ama koşuşturma olmadan...

Bu bir kaç günde biriktirdiğim filmleri de izledim burada biraz onlardan bahsedeceğim, hani şu 3 saatlik falan ödüllü sıkıcı olduğunu düşünüp izlemediğimiz ama izlememiz gerektiğini düşündüğümüz tarzda olanlar, işte onlardan baya izledim , burada beni etkileyen farklı bulduğum 3 tanesini paylaşacağım..

1. Werk Ohne Autor  ( Never Look Away )


İzlediğim filmler arasında beni en çok etkileyen film buydu diyebilirim, film bölünmüş Almanya'yı , Doğu ve Batı'da yaşananları bu farklılığın sanat üzerinde etkisini muhteşem bir şekilde anlatıyor. Aslında sadece sanat değil sosyolojik olarak toplum üzerinde etkisi holistik açından ise insan doğasının çeşitliliğini ve değişkenliğini görebiliyoruz. Her zaman Nazilerin dünyanın en kötü insanları olduğuna inandım , genelde Holywood yapımı filmlerde Nazi partisinin eylemleri sadece Yahudi soykırımı bazlı görüyoruz, bu filmde farklı olarak Naziler'in aslında aryan ırk oluşturmak için hasta ve psikolojik sorunlar yaşayan Almanlar'ı da katledişi etkileyici bir şekilde anlatılıyor. Alman sanatçı Kurt Barnert'in Doğu'dan Batı'ya kaçışı anlatılırken, Batı Almanya'sının da aslında yine pek çok Holywood filminde gördüğümüz gibi berbat bir yer olmadığını da görüyoruz. Cemal Meriç'in Bu Ülke isimli kitabında izmler ile alakalı yazdıklarıyla bitirmek istiyorum ,bence bu filmde anlatılmak isteneni çok iyi tanımlıyor,
" İzm'ler idrakımıza giydirilen deli gömlekleri,itibarları menşe'lerinden geliyor..."


2. Testrol és Lélekrol ( On body and Soul )  


Macaristan'da yaşarken bir iki Macar filmi izlemiştim ama bu film izlediğim Macar filmler arasında en iyisi diyebilirim. Sosyal hayata entegre olamayan iki kişi arasında sıradışı bir şekilde başlayan aşkı anlatırken bir çok farklı konuda da farkındalığımızın artmasını da sağlıyor. Filmde çok kan var ve bu beni çok etkiledi fakat film hakkında yorumları okurken beni daha çok etkileyen durum pek çok kişinin Maria'nın bileklerini kestiği sahneden nasıl etkilendiklerini söylemeseydi ( yazarken fena oluyorum ) film bir mezbahada geçiyor, hayvanların kesiliş sahneleri tüm çıplaklığıyla gösteriliyor ve bizi etkileyen Maria'nın kendini kesmesi ise bizim insanlık olarak ciddi sorunlarımız var diyebilirim. Neyse, sizce başkasıyla aynı rüyayı görmek mümkün mü ? Başarılı bir film sonunda Maria'nın aşkı yaşamasına sevindim :)




3. Grans ( Border )

İsveç yapımı çok ilginç bir film, bu hikaye nasıl ortaya çıktı bu nasıl bir yaratıcılık aklım almıyor. Filmi sınıflandıramıyorum, aşk filmi desem diyemem ama aşk var fakat anlatılmak istenen aşk değil aslında daha çok kötülüğün öğrenilen birşey olması olabilir ve insan doğasının bencilliği , günümüzde " estetik" " güzellik" algısı , pedofilinin miğde bulandırıcılığı, hayvan haklarına da değinilmiş. Kendini kromozom hatası olarak hayatı boyunca çirkin bulan koklama yetisi aşırı gelişmiş insanüstü özellikleri olan ana karakterin Trol olduğunu keşfetmesi ve yaşadığı aşk sonra aşkını öldürmesi ve aralarında yaşananlar çarpıcı bir şekilde anlatılmış. Trollerin cinsiyetsizliği de günümüzde ki cinsiyetçiliğe bir gönderme niteliği, mitoloji de öyleler mi, emin değilim.





4 Kasım 2019 Pazartesi

Biyolojik İstila

     Kimleri neandertal neslin sonunu biz sapienslerin getirdiği inancında , ben daha çok karıştığımızı düşünüp hala kısmen neandertal gen taşıdığımız inancında olsam da, sonuçta ortada saf 100% neandertal genine sahip canlı yok. Geldik, karıştık ya da karışmadık ama onlar yokoldu bir şekilde. Bunun farklı nedenleri var şimdi bu konuya burada girmeyeceğim ama dünyaya egemen olan tür olarak sahip olduğumuz gücü son damlasına kadar dünyayı mahvetmek adına kullandığımızdan şüphem yok.
        Küresel ısınma sebebiyle deniz sularının ısınması ya da soğuması, Süveyş kanalının açılması,gemi balast suları(1) ve bazı benim de bilmediğim durumlar sebebiyle Akdeniz işgal altında. Anavatanı Kızıldeniz ve Hint Okyanusu olan aslan balığı (2) özellikle Süveyş Kanalı'nın genişletildiği 2015 yılı sonrası (3) Akdeniz'e hızla göç etmeye başladı. Zehir saçan ve çevresinde olan tüm yerli balık türlerini tüketmeye başlayan aslan balığı, Akdeniz'de biyolojik çeşitliliğe karşı büyük bir tehdit oluşturuyor. Prof. Dr. Bayram Öztürk Hoca'nın yaptığı çeşitlilik çalışmalarında ifade ettiği şekilde bu türle mücadele edebilecek tek yerli tür Orfoz (4)  ve maalesef başta bilinçsiz avlanma sebebiyle nesli tükenme tehlikesi altında. Denizlerimizde köpek balığı olmadığı için üreme hızı da çok yüksek olan Aslan balığı Akdeniz'i işgal ediyor.
      Aslan balığı dışında başka bir işgalci tür ise Balon balığı, aslan balığına benzer şekilde Kızıldeniz' den Akdeniz'e göç eden ve hızlı bir şekilde çoğalan balon balığı yerli türler için çok büyük bir tehdit ve zehir saçıyor.

      Yapılan araştırmalar (5) yukarıda bahsettiğim türler dışında 60'a yakın farklı işgalci türün Akdeniz için büyük bir tehdit oluşturduğunu gösteriyor. Bu aşamada elbette Süveyş kanalı kapatamayacağımıza ve küresel ısınma mitigasyonunda geçmişe yönelik adım atamayacağımıza göre bireyler olarak farkındalığımızı artırıp hedonist tutkularımıza bir nebze ket vurarak bilinçli avlanma, av yasakları konusunda sorumlu bireyler olarak hareket edebiliriz, orfoz yemeyin ölmezsiniz (6)






1. Balast suyu; gemilerin dengelerini sağlamak için sadece bu amaçla ayrılmış tanklarına aldıkları temiz deniz suyudur ve taşıma kapasitesinin ortalama olarak yaklaşık yüzde 3035’ini oluşturur. 
6. Kaynakhttp://www.wwf.org.tr/?5940






22 Eylül 2018 Cumartesi

Napule, Napoli, Pizza

Pizzanın Napoli'de doğduğuna inanılır ve Napoliler pizza konusunda çok muhafazakardır, İtalyanlar zaten genel olarak yemek konusunda yeterince muhafazakarken siz düşünün Napoli de ki durumun ciddiyetini.
Üniversite sonrası Napoli'de bir dönem çalıştım ve yaşadım, öncesinde pizza yerdim ama Napoli'ye taşındıktan sonra pizza diye yediğim şeylerin aslında pizza olarak adlandırılamayacağını anladım.
İtalya'da her şehir ve bölgenin kendine özgü bir yemek kültürü var ve bu durum elbette pizza içinde geçerli. Her ne kadar pizzanın Napoli'de doğduğu ve Napoli tarzı pizzanın olması gereken yani gerçek pizza olduğu iddia edilse de, farklı şehirlerde farklı tarzda hazırlanan pizzalar görmek mümkün. Mesela Roma şehrinde pizza hamuru çok ince olur ve yerken çıtır çıtır bir cips yiyormuş gibi bir his uyandırır , kişisel olarak hiç hoşlanmadığım bir tarz, ben daha çok Napoli pizzasını seviyorum, hamuru ince ve kalın arasında , mutlaka ekşi mayadan yapılmış dolayısıyla sonrasında sindirimi kolay ve susuzluk yapmıyor.
Bu kısa girişten sonra Napoli ve civar şehirlerde ün salmış , pek çok gurme tarafından da dünyanın en iyisi olarak tanımlanmış benim de pizzalarını yediğim pizzacılar hakkında yorumlarımı paylaşacağım.

1.  Sorbillo
Napoli'de şehir merkezinde geleneksel Napoli pizzası yapan ve bu alanda çok başarılı , Italyanın başka şehirlerinde de ( Milan ) şubesi olan pizzacı. Rezervasyon yapmadıkları için açılma saatinden önce önünde kuyrukta beklemeniz gerekiyor, bekleme süresi en az 1 saat... Bir de sonradan benzer isimlerle türemiş çakma Sorbillolar var, isme tıkladığınızda açılan link orjinal olan.
Kızartılmış pizza seçeneği de var ( Kalori bombası fakat muhteşem bir lezzet Pizza fritta )

2. da Michele
Özellikle Eat , Pray and Love filminde Julia Roberts'in sahnesinden sonra çok fazla ün salmış geleneksel Napoli tarzı pizza yapan, Napoli merkez de bulunan pizzacı, pizzaları başarılı, her zaman çok kalabalık ve burada da rezervasyon seçeneği yok.

3. Pepe in Grani
Napoli'ye biraz uzak küçük bir şehir olan Caiazzo'da bulunan sadece akşam yemeği için açık  gelenekselin dışına çıkmış, çok lezzetli gurme içeriğe sahip muhteşem bir pizzacı. Fiyat bakımından Sorbillo ve Da Michele'den daha pahalı olsa da özel günlerde gidilebilecek, çok başarılı pizzalar yapan, ve sadece pizza yapan, dünyanın en iyi pizzacılarından biri. Rezervasyon yaptırmanız mümkün,  Aşağıda benim dün akşam yediğim kurutulmuş ve sarı domatesli, mozarella, fior di latte bulunan pizzası

Bir de rezervasyon yaptırmayıp bir umut kapıda bekleyen insanlar

Not:   Bir Italyan için içinde Ananas bulunan Hawai olarak adlandırılan pizza cinayet sebebi olabilir.
Not2: Bir de pizzaya ketçap ve mayonez sıkarak yemek sanıyorum sadece Türkler'e özgü bir durum.

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Amori che non sanno stare al mondo

Francesca Comencini'nin yapımlarına hep önyargı ile yaklaşırım herhalde Gomorra'dan sonra onun isminin geçtiği bir yapımın kötü olabileceğini hayal edemiyorum.

Amori che non sanno stare al mondo ( Bu dünyaya ait olamayan aşk hikayeleri ) drama komedi dalında benim başarılı bulduğum ve cinsiyetçi dünyayı anlamak açısından çok beğendiğim bir film.

Claudia ile Flavio'nun yedi yıl süren ilişkisinin bitimi sonrası Flavio yoluna devam edebilirken Claudia için zaten son dönem de iyice obsesifleşen Flavio ve sonrası ayrılışı kabullenmek imkansızlaşır. Flavio yoluna kendinden çok daha genç bir kadınla devam ederken, Claudia eski bir öğrencisiyle homoseksüel bir ilişki yaşar fakat hiç bir zaman Flavio'yu unutamaz.

Filmde heteroseksüel kapitalist cinsiyetçi market eleştirisini de net bir şekilde görmek mümkün, zaten Flavio'nun erkek olarak kendisinden yaşça genç bir kadınla evlenmesi, Claudia'nın ise orta yaşlı bir kadın olarak kendinden yaşça genç 20li yaşlarında bir kadınla ilişki yaşaması bu gösterilen eleştirinin sağlaması.

Tavsiye ederim izleyin :)